Röportaj

HİÇBİR ŞEY ANLAMADIM / ŞİNASİ TÜRMÜŞ – H.İ.DUMAN

Düşünmek ve sorgulamak benim için yapabildiğim en güzel eylemler. Bu yüzden şu an sahip olduğum kişiliği geliştirdiğime inanıyorum ve hatalarım hariç bununla gurur duyuyorum. Düşünmek her zaman güzel bir durum da değildi tabii ki çoğu zaman sizi karamsarlığa sürükleyebilir.

Kim bilir belki Şinasi Türmüş’ün kitabındaki filozof Mehmet karakterinin de dediği gibi düşünmek, düşünebilmek insanlığın cezasıdır.

Gelin Şinasi Beyle Hiçbir Şey Anlamadım üzerinden kitabı ve düşünmek üzerine konuşalım.

Hoş geldiniz Şinasi Bey.

Hoş buldum. Teşekkür ederim.

Her şeyden önce sormak istiyorum, kitabın karakteri Filozof Mehmet’in ne kadarı Şinasi Türmüş?

Bunu soran arkadaşlarıma da söyledim. Belki komik bir matematiksel hesap olacak ama hep yüzde altmışı yetmişi benim diyorum. Ben de yalnızlığı severim. Ayrıca yürümeyi ve sigara içmeyi de. Biraz dağınığım da aynı zamanda.

Neden felsefe?

Her insanın “Bu dünyaya nasıl ve niye geldik ya da evren nasıl ve niye var oldu?” sorularını sormasının gerektiğini düşünüyorum. Leibniz’in dediği gibi “Neden hiçbir şey yok da bir şeyler var?”. Bu tür soruları sorduktan sonra gerisi çorap söküğü gibi geliyor. Şöyle bir durum da var: çoğu insan için bu dünyanın gayeleri, yeme, içme, çalışma, eğlenme gibi kavramlar felsefe ise bunlardan vakit kalırsa yapılacak bir lüks olarak görünüyor. Oysa bence durum tam tersi az önce değindiğim felsefi sorular aslında öyle dehşet sorular ki binlerce yıldır sorulmalarına rağmen hiçbir cevap bulunamamış. Yani bence insanoğlunun gayesi ilk bu olmalı; bu olmalı derken görev olarak değil bu sorular insan doğasında diğer sorulardan önce gelmeli fakat nedense gündelik telaş bu soruların önüne geçiyor. Belki de bu gerçekle yüzleşmeye olan korkudandır. Bir savunma mekanizmasıdır. Bu dünyaya çırılçıplak bir şekilde fırlatıldık ve niye nasıl fırlatıldığımızı pek düşünmüyoruz yaptığımız tek şey günü kurtarmak. Nasıl için bazı cevaplar bulduk fakat niyenin bir cevabı var mı varsa bunu bilebilecek miyiz bilmiyorum ama mühim olan bu değil mühim olan bu sorularla bezeli bir yaşamak, çünkü yaşamımızın hak ettiği bu.

Felsefe sadece düşünmek midir?

Her şey düşünmektir. Felsefede bu her şeyin içinde bir küme sadece fakat bana göre en mühim kümedir. Edebiyat, siyaset hatta magazin bunlar hep düşünmenin getirdiği şeyler. Fakat kastettiğiniz düşünceyi eyleme dönüştürmek gerekir mi sorusu ise bilmiyorum. Aslında eyleme dönüşmüş bir felsefeye yok demem. Karl Marks, belki de Nietzsche bunu istediler hep. Eylemin ardında bir düşüncenin olması güzel olur. Sonucu daima olumlu olur mu sanmam fakat düşüncesiz bir eylem genellikle hüsranla sonuçlanır bundan eminim.

Düşünmek insanlığın cezası mı?

Hem lütuf hem ceza. İkisini birlikte yaşamak zorundayız ve belki de bunu sevmek zorundayız. Düşünce keyif verir, hiçbir şey yapmasan bile böyle bir ediminin olması için tanrıya şükredersin fakat bazen de varlık insana lanetmiş gibi gelir ki varlık ve düşünmeyi eş değer görürüm ben ve kısa süreliğine de olsa bu lanetten, sıkıntıdan kurtulmak istersin fakat böyle bir şey mümkün değil. Klişe tabiriyle hayatın kapama tuşu yok. Bu yüzden yaşamaya ve düşünmeye devam.

Bedensel engelli bir insan olarak kendi engellerimi ve diğer engelleri olan kişileri bir hayli gözlemleme şansım oldu. Zekâ geriliği yaşayanların mutlu olduğunu gözlemledim fakat hiç düşünemeyenler için mutlular diyemem. Oysa filozof Mehmet düşünmemeyi iyi olarak görüyor. Bu yargıya nasıl vardınız?

Bir önceki cevapta da dediğim gibi düşünce bir lütuf ve aynı zamanda ceza. Çünkü beyin istese de istemese de sürekli bir şeyler üretiyor. Mantıklı ya da saçma önemli ya da önemsiz biteviye çalışıyor. Bu yüzden bu yorgunluktan kısa sürelik de olsa kurtulmak ve o hiçliği, düşüncesizliği deneyimlemek isterdim.

Sizi tanıyabilir miyiz; Şinasi Türmüş kimdir?

1986 yılında doğdum. Batmanlıyım. Liseye kadar öğrenimimi Batman’da sürdürdüm. Üniversiteyi Adana Çukurova Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünde okudum. Ayrıca Yüksek Lisans’ımı da Batman Üniversite’sinde Tarih bölümünde yaptım. Klasik tabiriyle söylemem gerekirse okuma ve yazmayı seviyorum. Fakat düşünmeyi bu ikisinden de çok seviyorum. Daha önce de dediğim gibi Mehmet gibi ben de yalnızlığı seviyorum ve maalesef çok dağınık ve tembelim; belki de bunlar düşünmeyi çok sevmemden kaynaklanıyordur.

Yazmaya yeteneğiniz olduğunu ne zaman fark ettiniz?

Lisede. O zaman başladım yavaş yavaş denemeler yazmaya. Ve lisede “derin sancı” adında bir romanda yazmayı düşündüm hatta 30 sayfa yazdım bile fakat sonra baktığımda ne kadar da saçma ve basit deyip yırtıp attım. Pişman mıyım? Evet. 18 yaşında olduğum için kitap gerçekten basit bir dille yazılmıştı fakat dönüp baktığımda bir anı olarak kalması güzel olurdu.

 

İlk olarak ne yazdınız ve ortaya çıkan eser size ne hissettirdi?

Dediğim gibi ilk denemelerimi lisede yazdım fakat ciddi anlamda ilk kitabım Afenesyeva adında bir distopyaydı. Daha sonra yayınevi tarafından ismi Efendi Hazretleri ve Clark olarak değiştirildi. Güzel bir duyguydu. Şöyle diyeyim benim gibi dağınık biri bile bölük pörçük şeyler dışında bütünlüklü bir eser ortaya çıkarabiliyormuş. İlk defa ciddi bir şey başarmak çok hoşuma gitmişti. Hiçbir şey anlamadım benim yayımlanan ikinci fakat yazılan üçüncü kitabım. Yüzyılların yalanları adındaki ikinci kitabım felsefi bir deneme şeklindeydi. Kitaptaki bazı görüşlerime şu an katılmadığım için onu yayınlamak istemedim. Fakat belki bir gün tüm eksikliklerine rağmen onu da yayınlamak isterim çünkü içinde fena fikirler de yok değildi açıkçası.

“Ağızdan çıkan her kelime düşüncenin değerinden kaybettiriyor.” Bu sözünüz beni çok etkiledi. Açıklamanızı rica edebilir miyim?

Düşünce ve duyguların muazzamlığından mı yoksa dilin yetkin olamayışından mı bilmiyorum ama birçok duygu ve düşüncemizi anlatabilecek bir lisan bulunmadı henüz. Ve açıkçası böyle olması güzel de çünkü bazı şeyler hep gizemli kalmalı onları güzel yapan bu; hayatın güzelliği onun gizemli ve yoğunluğunun aktarılamayışı oluşunda. Aksi halde netlik, aktarılış çoğu şeyde anlam bırakmazdı. Böyle bir durumda kitapta bahsettiğim gibi hepimiz toplanıp boş boş gökyüzüne bakar olurduk. Bir de şöyle bir durum var; içinde bir duygu yoğunluğu hissediyorsun bunu dile ya da kaleme dökmek istiyorsun fakat kurduğun her kelime o duygu ya da düşüncenin değerinden kaybettiriyor. Kastettiğim bu değildi diyorsun fakat kuracağın her yeni tanımlama seni daha da bocalatıyor. Çünkü içimizdeki yoğunluk kelimelerin çok ötesinde; o bizim biz olduğumuz yer, bizim mahremimiz. Onunla iyiyiz ve belki de varız, aktarılmaması daha güzel.

Felsefe nedir sizce?

Dünyayı, evreni, hayatı anlamaya çalışma. Gündelik telaştan uzaklaşıp bu tür şeyleri düşünebileceğin en anlamlı ve derin yer.

Kitabınızın karakteri filozof Mehmet’in asosyal olmasının sebebi hayat üzerine çok düşünmesi mi?

Evet, çok etkisi var. Tek çocuk oluşu ve yetiştirilme tarzı da bunda etkili sanırım. Kitapta da bahsettiğim gibi Mehmet düşüncenin verdiği zevki bir kere tatmış ve onu bu zevkten uzaklaştırmak baya bir zor.

İyi bir filozof karakteriniz Mehmet gibi kendi düşüncelerini çürütmeli mi?

Kesinlikle. Hatta sadece filozoflar değil tüm insanlar bunu yapmalı. Çünkü hayat demek arayış ve sorgulama demek. Felsefe de arayış ve sorgulama demek. Filozofun zihni bir çocuğunki gibi berrak ve meraklı olmamalı ve asla “bitti” kelimesini kullanmamalı. Çünkü biten bir şey yok; bunun aksi donukluğa ve tekrara götürür ki bu sadece felsefenin değil hayatın bittiği yer olur.

Kitabınızdaki gibi uzayda, dünyada olan her şeyi kaydedildiği bir yer olduğuna inanıyor musunuz?

Bilmiyorum. Fakat bunu çok isterdim. Çünkü sonluluk bana çok dokunuyor. Örneğin anneni seviyorsun veya bir kıza aşık oluyorsun. Ona öyle yoğun duygular besliyorsun ki o duygular o duygular hiç bitmesin sonsuz dek sürsün istiyorsan. Fakat senden de annenden de ve aşık olduğun kızdan da geriye toprağı boylamış kemiklerden başka bir şey kalmıyor. Ölüm her şeyi süpürüyor ve aynı ölüm yepyeni yoğun duygular besleyen diğer evlatlarını bekliyor. Bu bir kısır döngü şeklinde gidiyor. Bu açıdan bakıldığında bu o kadar hazin bir hikâye ki. Biz insanların hayatı o kadar trajik, merhamete muhtaç ve çaresiz ki. Bu yüzden her şeyimizin sonsuza dek sürmesini ve etten kemikten öte olmamızı isterim. Ve uzayda bunların kaydedilmesini isterdim. Kim bilir belki izleyen olur. Kim belir belki bir gün biz de izleriz. O yoğun duygular çöpü boylamaz.

Yazar olmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?

En başta çok okumak. Her şeyin başı bu, gerisi kendiliğinden geliyor zaten. Ve hayattaki her şeye her olaya yazar gözüyle bakmak, bunları kurgulaştırmaya çalışmak diyeceğim de çok okuyunca bunlar kendiliğinden oluyor zaten.

Hayatı anlamlı kılan ölümlü olmak mı yoksa ölümsüzlüğün anlamını, getireceklerini bilmediğimiz için mi ölümlü olmayı değerli sanıyoruz?

Hayatı değeli kılan ölümdür sözü bence bir züğürt tesellisi. İnsanoğlunda şunu fark ettim; onda her şeyi kılıfına uydurma çabası var. Örneğin ölüm mü var ve biz buna karşı bir şey yapamıyor muyuz o zaman hayatı anlamlı kılan odur diyelim. Bilmiyorum, belki de yanlış düşünüyorumdur ama bana öyle geliyor. Yoksa ölümsüzlüğün olduğu bir dünya daha güzel ve anlamlı olabilirdi. Tabii bu ölümsüzlüğe uygun bir ortamı da kastediyorum yoksa ölmeyip sonsuza dek hasta ve yalı yaşamak değil kastım. Böylelikle bir önceki cevapta da dediğim gibi her şey çöpü boylamazdı.

Kitabın adı neden Hiçbir Şey Anlamadım?

Mehmet kendinin birçok şeyi bildiğine inanıyor fakat kitabın başından sonuna dek satır aralarında hep Mehmet’in bir şeyleri anlayamaması anlamaya çabalaması ve fakat bunda başarılı olmaması hissediliyor. Kitabın sonlarına doğru olan aşk macerası da Mehmet’i tamamen tuzla buz ediyor ve kitap bu cümleyle bitiyor. Bu yüzden kitabın son cümlesini de ismini de bu şekilde kurdum.

Felsefeye giriş yapmak isteyenlere ne tavsiye edersiniz?

Nigel Warburton’un felsefenin kısa tarihi ve felsefeye girişş kitapları güzel. Tabi Sophie’nin Dünyası da var. Fakat felsefede biraz daha derinleşmek isteyenler için Ahmet Cevizci’nin Felsefe Tarihi kitabını kesinlikle öneririm. Bana çok şey kattı şahsen.

Bu kitabı yazmaktaki amacımızdır nedir?

Açıkçası içimi dökmekti amacım. Kitap da zaten bir iç dökme şeklinde gidiyor. Şu ana kadar duygu ve düşüncelerimi neden açık bir şekilde fazla oto sansür uygulamadan yazmıyorsun diye sordum ve fikir ve duygularımın en azından bir kısmını bu kitapta yazdım.

Japon edebiyatından Sayaka Murata’nın Kasiyer kitabında da değindiği gibi insanın aslında hiç modernleşmedi mi? Hâlâ her şeyin altında Sigmund Freud dediği gibi cinsellik mi yatıyor?

Modernlik bir yanılsamadır diye düşünüyorum. Kara Şövalye filminde Joker Batman’a şu insanların öyle medeni, modern göründüğüne bakma, eğer ellerindekini alırsan hepsi birbirine girer demişti. Bence de öyle, modernleşen insan doğası değil, şu anki atmosfer. Bunun da belli başlı sebepleri var. Tarihin getirdiği acılardan ders alma, ya da batı ülkelerinde ekonomik refahın önceki çağlara göre artması gibi… Fakat şundan eminim ki bizden bin yıl önceki insanlardan doğa olarak pek farkımız yok. Sadece şu anki kültür farklı, şu an içinde bulunduğumuz kültür bize modern davranışları dayatıyor, hepsi bu.

Ben cinselliğin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Kötülük ve vahşettin cinsellikle ilişkili olduğuna inanıyorum ve çelişik gibi görünse de iyilik ve merhametin de; kısacası her şeyin.

Cinsellik felsefi olarak da, hâl arasında söylenişi kadar basit bir kelime mi?

Bu konuda uzman değilim tabii ama okuduğum ve gözlemlediğim kadarıyla her şeyin başı bu. Davranışların sebebinin derinine inmeyi seviyorum. Felsefede ilk neden diye bir kavram var, tüm nedenlerin ilk nedeni. İnsan davranışlarının da ilk nedenine inilirse; ilk olmasa da ilk nedenler arasında cinsellik kesinlikle gösterilebilir. İyi bir gözlemci olduğuma inanıyorum ve insanların hal ve tavırlarını gözlemlerken içimden sık sık “işte bunlar hep cinsellik” diyorum.

Okuyanlar bu kitaptan ne beklemeli kitaptan?

Bu kitap Mehmet karakterini iç döküşü ve açıkçası bir nevi benim de. Bu kitap sadece bir fikir kitabı değil aynı zaman da duygularını açık açık, en ince ayrıntısına kadar aktarmaya çalışan ve bunu aktarmayı seven birinin öyküsü. İnsanlar kitapta kendilerinden çok şey bulacaklar diye düşünüyorum ve bu aslında benim de hikayem, benim duygu ve düşüncelerim diyebilirler.

Kitaptaki karakter ne denli mutlu? Mutlu olmak mı yoksa en büyük sorun?

Burada bir şey itiraf edeceğim, Mehmet mutlu mu ve mutsuz mu sorusuna cevap ararken kendimi baz aldım ve mutlu olduğum için Mehmet’i de genelde mutlu bir şekilde hayal ettim. Fakat Mehmet’in istediği bu mu tam olarak hayır; kitapta da belirtiliyor zaten çocukluk ve ilk gençlik yıllarında insan duyguları daha yoğun belki daha bunalımlı fakat bu bunalım şimdiye nazaran daha bir tat veriyor kişiye ve onun yaşadığını hissettiriyor. Yaşın ilerlemesiyle birlikte o yoğunluk kayboluyor ve daha net bir hale geliyor ve açıkçası matlaşıyor. Mehmet de çocukluğunun o yoğun duygularını arıyor; o bunalımı o coşkuyu tekrar yaşamak istiyor.

Kitabınızdaki gibi sahibimizin olması ya da olmaması yaşadığımız dünya açısından neyi değiştirir?

Bu soru kafamı hep kurcalamıştır. Örneğin bundan iki bin yıl öncesinde bir Romalı asker hayal edin, o asker bir savaşta veya başka bir sebepten ötürü kundaktaki bir bebeği öldürüyor. O bebeğin yaşayabileceği yetmiş seksen yıllık ömrünü bir çırpıda onun elinden alıyor, yaşayabilecekleri aşkları, gezebileceği yerleri, yiyebileceği yemekler, tadabileceği duyguları… O çocuk kimin umurunda, zamanında anne babası ve etrafındaki bir kaç kişi onun dışında acımasızca söylemek gerekirse kimsenin umurunda değil. Ben siz ve bizim gibi milyarların onun varlığında haberi bile yok. Kısacası o çocuk kaybeden. Tarih bunun gibi milyonlarca örnekle kaybedenle dolu. İnsanoğlunun buna karşı geliştirdiği ne: en fazla hukuk yasaları ki onun da net bir şekilde uygulandığı muamma. Adalet kavramı öyle bir şey ki yeryüzü onun eksikliğini inliyor adeta. İnsan yapımı bir adalet noksanlıklarla dolu ve böyle olmaya mahkum. Hitler zorba bir katil olduğu için ölmedi savaşı kaybettiği için öldü. Savaşı kazansaydı tüm o katliamlarına rağmen el üstünde tutulurdu. Alın size insan adaleti için basit bir örnek. Adalet kavramına hak ettiği ölçüde bir sistem kurabilecek miyiz, kesinlikle hayır. Bunun aksini düşünmek kendini kandırmak olur. İşte bu yüzden tüm bu eksiklikleri giderebilecek, tüm bu şeylere bir anlam verebilecek ya da ne bileyim tüm bu vahşet ne diye sorduğumuzda basit bir şekilde söylemek gerekirse sebebi buymuş dedirtebilecek bir “sahip” olmasını isterim. Yoksa hayat yemek, içmek eğlenmek düşünmek ve ölmekten başka bir şey olmazdı. Dünya denen yerde bu sahibi bulmayacağız fakat çok uzaklarda bir yerlerde de olsa böyle bir yerin olduğunu ve hayatın yeme içime ölmekten ibaret olmadığını bilmek isterdim. Belki de çok meraklıyımdır ya da adalet kavramına çok önem atfediyorum, belki de düşüncelerimin sebebi budur bilmiyorum.

Arayış içinde cevap bulma çabamız mı insanlığı ayakta tutan?

Evet. Cevap bulunsaydı ne olurdu bilmiyorum gerçi cevap diye bir şey hiçbir zaman bulunmayacak hep yeni sorular olacak ama insanlığı ayakta tutan arayıştır, sorgulayıştır diyebilirim.

İnsanlık gerçekten de felsefi olarak düşünebileceklerinin sonuna mı geldi?

Hayır sanmıyorum. Daha kurulacak yeni sistemler, üretilecek yeni fikirler var. Felsefe belli bir doygunluğa geldi diyebiliriz fakat kime göre neye göre. Bizden on bin yıl sonra yaşayanlar 2020 lere baktığında felsfe doygunluğa ulaşmış diyecekler mi sanmıyorum. İşin güzel tarafı da bu zaten.

Kitabınızda birçok kitap ve filmden alıntı ve örnek veriyorsunuz. Kitabınızı okurken zihnimde Joaquin Phoenix ve Emma Stone başrolde yer aldığı, Woody Allen‘ın yönetmenliğini yaptığı, 2015 yapımı Mantıksız Adam filmi canlandı. Sizce Phoenix’in canlandırdı Abe Lucas karakteri filozof Mehmet ile karşılaşsa ne olurdu?

O tıkanıklığını birini öldürmekle gidermeye çalıştı ve kısmen düzeldi de açıkçası hayatta bir anlam aradı daha önceki cevabımda dediğim gibi yaşamayı tatmak istedi. Mehmet ise aşkta bulmaya çalıştı ve işin komik tarafı Mehmet’in de  Abe Lukas’ın da arayışlarındaki sonu hüsran oldu. Karşılıklı bir bira içip “Yine olmadı,” derler.

Gerçekten insanlık bir gün bir adada toplanıp ağzı açık gökyüzüne bakacak mı?

Sanmıyorum. Bunun olması için her şeyin çözülmesi cevap bulması tüketilmesi gerek her ne kadar kitapta birçok şey tükendi desem de ve bunun doğruluk payı olsa da arayış devam ediyor, etmeli.

Depresyon hâli aydınlanma hâli mi?

Evet kısmen, benim depresyondan kastım tüm hayattan her şeyden el etek çekip tüm bu olanları izlemek. Kitapta da dediğim gibi insandaki yaşam enerjisine içte yanan ateş dedim. İnsan bu enerjiyi, ateşi kaybedince ve hayata katılmayı reddedip onu seyredince gerçeği görüyor. Gerçek ne peki yiyoruz içiyoruz düşünüyoruz üzülüyoruz eğleniyoruz sonra da ölüp gidiyor. Herkes elbirliği etmiş gibi bu kısır döngüyü sürdürüyoruz. İşte hayata karışınca gözümüze bir perde çekilmiş gibi bu gerçeği göremiyoruz. Fakat işin gerçeği yaptığımız tepinmeden başka bir şey değil.

Bir zaman makinemiz olsaydı hangi zamanda hangi filozof ya da yazarla sohbet etmek isterdiniz?

Friedrich Nietzsche.

Eskilerde yazılmış bir kitabın hangi cümlesi olmak isterdiniz?

İnsan eninde sonunda her şeye alışır. Albert Camus-Yabancı

Kitabınızın karakteri filozof Mehmet cumhurbaşkanı olabileceğini inanıyordu sizce devlet liderleri filozof olsaydı dünyada haklı olur muydu?

Hayır hem de kesinlikle hayır. Çünkü sistem tek tek kişilerden çok çok daha büyük. Bu kişi filozof olsa bile. Platon’un böyle bir filozof kral iddiası vardı fakat dünyayı yönetmek bir filozofun kuracağı sistemle ve bu sisteme göre şunu şunu yapacaksanız devlet daha iyi bir yere gelecek denilecek kadar basit değil. Hatta bu durum belli bir yerden sonra absürtlüğe gidebilir, filozof burada sistem tarafından ezilip gülünç duruma düşebilir. Tabi bu işin komik tarafı kötü bir ihtimal daha var ki böyle bir şeyi denemek vahşetle de sonuçlanabilir. Nitekim Platon Dionisius adlı bir kralın yanında bu fikrini gerçekleştirmek için girişimlerde bulunmuştu ve başarılı olamamıştı. Buna şaşırmadım açıkçası.

Kitabınızdaki gibi hepimiz beyinlerimizle sınırlıyız. Elbetteki bu da bir sınır. Hatta dünyayı saran atmosferde. Sınırlar bu denli önemli mi?

Biz beynimize mahkûmuz. Dünyanın atmosferinin ötesi var, uzay. Belki uzayın da ötesi  vardır. Dünya için evren için bir sınır söz konusu olmayabilir. Çünkü hepsi bir duvarla bitiyor dersek bile hemen beynimiz duvarın ötesini düşünür. Fakat bu insan için geçerli değil; insan beyni kadar vardır; bu onun varlığıdır, beyninden öteye kendinden öteye gidemez. Hatta benim şöyle bir savım var; kendimizle yani beynimizle sınırlı olduğumuz için nesnel gerçekliği hiçbir zaman deneyimleyemeyeceğiz. Hep bize görünenle yetineceğiz. Nesnel gerçekliği olduğu gibi görebilmemiz için kendimizden kurtulmamız gerek bu da mümkün olmayacağına ya da mümkün olduğunda bambaşka bir sorun ortaya çıkaracağına göre; biz olayın nesnellik boyutundan hep uzak olup öznellikle yetineceğiz. Bu bazen bunaltıcı. Yani yüzyıllardır merak edilen esas gerçek; ilk neden; çıplak gerçek ya da evrenin sırrı adı her ne ise onu öğrenemeyeceğiz. Ya da bize görünenle yetineceğiz.

Stephen Hawking sizce sadece düşünebildiği ve hiç hareket edemediği adeta “Kavanozdaki Beyin” gibi olmaktan mutlu muydu?

İnsanın her halükarda mutlu olmasını hayattan tat almasını isterim. Çünkü hayat bunu hak ediyor, insan bunu hak ediyor. Biraz acımasızca davranmam gerekirse bundan başka şansı da yoktu; hiçbirimizin yok. Çok mutlu muydu bilmiyorum ama mutlu olduğu çok anlar vardır. Bu büyük başarılarının altında eminim büyük bir motivasyon vardır. Ve mutluluk da motivasyonun mazotlarından biridir.

Kitabınızda tensel temastan ziyade ruhsal yakınlaşma diyorsunuz. Sizce ikisi arasındaki fark nedir?

Tensel temas bizim gibi toplumlarda hep yasak bir şeymiş gibi angaje edildi; yasak ayıp… Evet kendimizi geliştirdik yeni şeyler keşfettik fakat bu yasak düşüncesi beynimizin bir köşesinde hep vardır. Kim bilir belki de yasak düşüncesini seviyoruzdur bu içimizdeki tutkuyu arttırdığı için belki de bilincimizden atmak istemiyoruzdur. Bir de bunun ruhsal yakınlaşması var; bize hep ulvi diye söylenen tenselin karşısına konulan. İşte bu yakınlaşmaya tensel yakınlaşmayı dışlamadan onu öcü olarak görmeden bakmak; kilit nokta bu. Çünkü ruhsal yakınlaşmaya ben de ulvi bir şey olarak bakıyorum. Klasik bir söz vardır; insanın hayvani yönü yanında bir de ruhani yönü vardır. Klâsik ama doğru bir söz. Bir insanın teni dışında ruhuna sahip olmak, bu o kadar güzel bir duygu ki; o ruhun seni düşündüğünü bilmek, kabaca söylemek gerekirse sana ait olduğunu bilmek, iki ruhun uyumu ya da yakınlaşması: bu haz çoğu zaman tensel hazın önüne geçebiliyor ve insanın hayatına anlam ve amaç katabiliyor. Son olarak şunu söylemem gerekir ki beden ve ruhtan öte neyiz  ki; beden az yer kaplayan bir şey fakat ruh bedenin bu açığını kapatma adına bize verilmiş bir şans, oraya evreni sığdırabiliriz.

Kitaptaki çoğu düşünceniz bana yakın olsa da açıkçası ben, yaşamak için bir kutsallık olması gerektiğine inanmıyorum. Doğa kanunları ve evrim düzeninde gelişen bir olguda yaşamı tadıp gideceğim. Benim gibi düşünen bir toplum sizce nasıl olurdu?

Güzel bir konu bu. Çünkü sizin gibi düşünen bir çok kişiyle tanıştım, bırakın kutsiyeti her şeyin bu dünyada olup bitmesini özellikle isteyenler gördüm. Hatta sonsuzluktan acayip korkanları da. Açıkçası ben onlardan değilim ama onları anlamaya çalışır ve böyle bir dünya da varmış derim; tabi ne kadar yapabilirsem. Şöyle söyleyeyim benim gibi kutsiyet arayan ve bunun karşılığını görmeyip hayal kırıklığı yaşayan insanlarla dolu bir dünya bunalım dünyası olurdu herhalde. Fakat sizin gibi düşünenler herhangi bir hayal kırıklığı da yaşamayacağınıza göre gayet mümkün ver yaşanılabilir bir dünya olurdu.

Kitabınızda sıkça intihardan bahsediyorsunuz. İntihar nedir sizce?

Genele göre bir kaçış, varoluşçuların çoğuna göre bir seçim. Ben yine de her şeye rağmen hayata devam etme taraftarıyım.

Son olarak bir uzaylıyla tanışsaydınız ilk ne sorardınız?

Soru sormazdım da aynı evrende yaşadığımız için aynı hapishanenin evlatlarıyız derdim. Tabii bunu karamsarlık olarak algılamayın sadece ondan da beklentim yüksek olmazdı. Çünkü tüm kâinat içinde o da bizim gibi sirkülasyona katılmış bir tozdan başka bir şey olmazdı. Tabi sonra merak edilen bir kaç genel soru sorardım. Medeniyetiniz nasıl, bizimle kıyaslandığında tam olarak ne konumda gibi.

Şinasi Bey keyifli söyleşi için çok teşekkür ederim…

Rica ederim. Ben teşekkür ederim.

Hüseyin İlker DUMAN

 

 

 

Bir cevap yazın