
DUVDUVANİ ADAMI – AKŞİNA
Buraya düştüğünün altıncı ayıydı. İlk geldiğinde gençti, toydu, hayat doluydu. Kaslarında biriken güç, onu delirtiyordu. Damarlarında dolaşıp kalbinde karar kılan kanı sınır tanımıyordu. “Taşı sıksam suyunu çıkarırım. Ben pehlivan soyundanım, var mı güreşmek isteyen?” diye sataşıyordu yaşıtlarına.
Gelmesiyle koca koğuştaki azılıları bile uysal kediye çevirmesi, kimseyi pataklamadığı halde, isminin efsane gibi koridorlarda büyümesine sebep oldu. Bir metreye varan omuz genişliği, kırk beş numara ayakkabıları, kalın kalın gümbürdeyen sesi bu heybeti yaratmış olmalıydı. Sığamayıp parçaladığı paslı ranzalar, geceleri ruhundaki sıkışmışlıkla saldırdığı pencere demirlerini yamultmasının sonucuydu her şey. Kimse bilemedi nedenini.
Çayını getirerek, helaya giderken ibriğini tutarak, akşamları ayaklarını yıkayarak onun gücünün kanatları altında yaşamayı seçen bir tayfa oluştu etrafında. Dışardayken göremediği izzet -ikram, itibar başını döndürdü. Gücünün ekmeğini yemeyi öğrettiler ona.
Birkaç ay içinde, gözünün üstünde kaşın var diyerek; dik duruşlu olanları ayağının altında ezen antik bir dev türemişti koğuşta. Kendi koğuşunu halletti, yetişkin adamların koğuşlarına daldı. Artık üstüne bahis oynanan, bugün falancaya bulaşacak diye tahminler yürütülen biri olmuştu. Bahisler sonrası getirilen kebaplarla midesi bayram ediyordu. Giderek çok sevdi bu hayatı.
Tahsin’ i gördü bir gün havalandırma saatinde. Gençti, düzgündü. Sanki bedeni cetvelle santim santim işlenmişti. Çarpıldı Duvduvani. Kendi sakilliğine dev aynası tutan bu güzelliğe bütün hayvanlığıyla saldırdı. Tahsin’in gül yüzünün kanı sıçradı ağzına, tuzlu kan damarda durduğu gibi durmadı. Hassas yüreğini güç sarhoşluğu ele geçirmişti. Böylece katılaşıp kartlaştı, azılı bir suçluya dönüştü zamanla.
Dışarda yeni Tahsinler buldu. Yeni kanlar içti. Kırkbeş numara ayakkabı bulunca vitrin camlarını indirdi, geceyi yırtan şangırtrlarla. Sığındığı delikte kırkbeş adet ayakkabı ve kırk kadın külotu ile ele geçirildiğinde sarhoştu ve henüz yirmisinde bile değildi. Şehrin valisi bu baş belasının ortadan kaldırılması için istida vermişti başvekillik makamına. Gereği düşünüldü çabucak.
Duvduvani parmakların ardına yollandı. Derin yoksunluk çekiyordu orada. Kapatıldığı hücrenin demir kapısı ağır ağır kapanınca içindeki canavarın saldırısı başlıyordu. Kan kokusu isteyen burun kanatları, isterik isterik açılıp kapanıyordu. Kadın külotu kokusu başka organlarını kavuruyordu. Hayvanının çığlıkları, zindanın kurulu olduğu yüksek kayalıklardan şehrin üstüne dökülüyordu. Kurtları düze indirip hapishaneye saldırtan ulumalara dayanamayan zindancı, bir film makinası koydu odaya, seyretsin oyalansın diye.
Karanlık azgın sularda iri bir çocuk kafası suların içinde görünüp kayboluyordu. Derin suların kusar gibi kıyıya fırlattığı çocuk, anne bildiği kadının memesinden emdikçe irileşti, diğer dört kardeş ufalıp küçük tümsekler oldular kara toprakta. Annesi eriyip silindiğinde sahneden, o normal insan boyuna ulaşmıştı.
Annesi yoktu, kimin tohumu olduğu bilinmiyordu. Kimse sevgi göstermiyordu. Bir kaya kovuğu evi oldu. Emdiği süt koruyordu hala. On yaşına bastığı gün midesi kazındı. Kuş bulunca kuş, ot bulunca ot tıktı ağzına. Dağda yayıldı, gölde su içti. Daha olmazsa taş yedi iri çocuk.
Kimse yanaşmadı, rehberlik etmedi, hayatı öğretmedi ona. Köylere yaklaştığında, köylüler, ondan daha vahşi sesler çıkararak dirgenle kovalıyorlardı onu. Bedeninde dirgen yaraları kabuk kabuktu.
Sahne değiştiğinde eli kalem tutan temiz yüzlü bir adam buldu onu. Köyün kıyısında inliyordu. Yanlış bir ot yemiş zehirlenmişti. Hastanelerde çok iğne yedi. Medeniyet onu giydirdi; konuşma, okuma-yazma öğretti. Kaslarındaki gücü nasıl atacağını öğretmediler ama. Yazıldığı spor kulüplerinden atılıyordu. Eşleşeceği kimse yoktu. Yüreği olduğunu, beyninin yerinde kocaman boşluk taşıdığını da o zamanlarda öğrendi. Kaslarının gücüne tezat, narin bir yürek, soruları karşısında suskun bir beyni olduğunu bildirdi hayat.
Gençliği, muazzam gücü, hassas kalbi çöl güneşi altında buharlaşıyor, ziyan olup gidiyordu. Gücünü kullanarak hiçbir şeyi olduramayacağını, kalbini deli gibi çarptıran o dişinin yönünü kendine çeviremeyince anladı. Patlamış ayakkabılarına bakmış, burnunu tıkayarak kaçmıştı kız oradan.
Vitrin camı, balyoz gibi yumruk darbesiyle tuzla buz oldu. Gecede baygın bir leylak kokusu asılıydı. Ayakkabı tutkusu ve baygın leylak kokusu onu hep takip etti.
Ayın son cumasına kadar izbe hücrede o film oynadı durdu. Belayı, ülkenin o kutsal cumasında defetmeye karar verdiler. Keçi derisinden yapılmış kocaman meydan davulları, gür sesli tellallara eşlik etti. Halk meydanları doldurdu ve gördü: en son kırk sene önce Tahsin yüzlü devrimci bir liderin kanını akıtan makinayı. Pasları silinmiş, parlatılmıştı can alıcı. Soğuk çelik, açık açık meydan okuyordu, “Çocuklarınızın kanını akıtmaktır benim işim.” kulağı hassas olanlar, Tahsin’in yanık türküsünü de duyduklarını söylüyorlardı. Aklı uyanık olanlar, bu fısıltılardan ürperip evlerine çekiliyorlardı. Kepenkler üst üste kapanıyordu.
Çeliğin en zalimi, işini bitirdiğinde yeni yeni kurulmakta olan radyo istasyonları çığlık çığlığa yayına başladılar: “Kan durdurulamıyor, kan durdurulamıyor. Duvduvani namlı canavarın kanı şehri boğmak üzere. TÜM ÜLKE HALKINA DUYURULUR. Kanı durduracak bilgi, görgü, ilim sahipleri acilen başvekilliğe başvursun.”
Birkaç gün sonra, dünya başkentleri S şehrinin kan altında kalıp dümdüz olduğunu duyurdular. Duvduvani’nin bedeni kan pompalamaya devam ediyordu. Şehrin içinden geçen ırmak ağzına kadar dolmuştu ve ülkeyi boydan boya bir kemer gibi kuşatan nehir, kanını denize kadar taşımaya kararlı görünüyordu.
Almaty, 23 Mayıs 2025
