Edebiyat ve sinemanın sınırlarında gezinen bir zihin… Hüseyin İlker Duman‘ın “Zihnimin Prototipi” adlı eseri, kısa film senaryolarını, düşleri ve varoluşsal sorgulamaları aynı potada eriten özgün bir koleksiyon. Biz de yazarla, kitabın yaratım sürecini, temalarını ve yazarlık serüvenini konuştuk.
ZİHNİMİN LABORATUVARI: BİR İSMİN HİKÂYESİ
“Zihnimin Prototipi” ismini seçerken zihninde nasıl bir çağrışım vardı? Bu isim, senin yaratıcı dünyanda neyi temsil ediyor?
“Zihnimin Prototipi” ismini seçerken, aslında zihnimin bir yansımasını anlatmak istedim. Hayal ettiklerimin, yaşadıklarımın ve tartıştıklarımın ilk kez somut bir forma – bir kitaba – dönüşmesini vurgulamak istedim.
Hayatım boyunca hareket kısıtlılığı nedeniyle birçok şeyi dış dünyada değil, zihnimde yaşadım. Olayları zihnimde hayal ettim, zihnimde çözdüm. Bu yüzden zihnim, benim için hem bir sahne hem bir laboratuvar gibiydi.
“Prototipi” kelimesi ise bu zihinsel süreçlerin ilk halini, yani düşüncelerimin ilk modellerini temsil ediyor. Bu iki kavramı bir araya getirince, ortaya beni en iyi anlatan isim çıktı.

KAMERADAN KALEME, SAHNEDEN CÜMLEYE
Kitaptaki öykülerde sinematografik bir atmosfer hâkim. Senaryodan hikâyeye geçerken zihnindeki ‘kamera’ nasıl çalıştı?
Evet, kitapta yer alan öykülerin çoğunun aslında senaryo hâli var. Onları önce film gibi düşündüm, sahneler üzerinden kurguladım.
Daha sonra hikâyeye dönüştürürken, “kamerayı” bir kenara bırakıp hayal gücümü başka bir eksene yönlendirdim. Biliyorsunuz, senaryo sahnelerden, hikâye ise kelimelerden oluşur. Ben de sahneleri kelimelere çevirdim.
Betimlemeler bu noktada çok önemliydi. Çünkü betimlemeler sayesinde hikâyeler, sahne tanelerinden sözcük dokularına dönüştü. Kelimeler de okuyucunun hayal gücünde kendi görüntüsünü buldu.
YAZMAK BİR DİRENİŞ BİÇİMİ
İlk kez yazmaya başladığın yıllardan bugüne, yazarlık biçiminde en çok değişen şey ne oldu?
İlk yazmaya başladığım dönemi hatırlıyorum; o zamanlar yarım cümlelerle kendimi anlatmaya çalışıyordum. Şimdi ise gerçekten bir yazar olduğuma inanıyorum. Elbette hâlâ geliştirmem gereken noktalar var ama özellikle son üç yılda hem hikâye, hem roman, hem de senaryo yazma alanında büyük ilerleme kaydettiğimi düşünüyorum.
Bedensel kısıtlılığım nedeniyle çevreyle etkileşimim sınırlı oldu, bu da gözlem yapma açısından bir handikap. Yine de bunu hayal gücümle kapatmaya çalıştım.
Yazarlığa başladığım 2007–2008 yıllarından bugüne kadar fark ettiğim en büyük değişim ise, yazmanın giderek değersizleşmesi. Eskiden de yazarlıktan geçinmek zordu ama şimdi neredeyse imkânsız hale geldi. Oysa yazar, bir toplumun yönünü belirleyen kişidir. Değer görmesi gerekirken, özellikle ülkemizde bu değer gittikçe azalıyor. Bu durum beni hem düşündürüyor hem de yazmaya daha çok bağlıyor; çünkü bu gidişata karşı yazmak, benim için bir direniş biçimi haline geldi.
Fakat şunu da belirtmem gerekiyor; bu direniş hali artık beni zorluyor ve yıpratıyor. İnsan, ürettiğinden bir karşılık bekliyor ama bu çoğu zaman olmuyor. Birkaç kez yazmayı tamamen bırakma noktasına geldim – son zamanlarda bunu daha sık düşünür oldum.
İnsanların artık okumaması da bunda büyük etken. Okumak yerine görsele yöneliyorlar; bir YouTube videosuna bakıp geçmek, bir cümlenin içinde kaybolmaktan daha kolay geliyor. Oysa okumak, beynin derinliklerinde daha kalıcı izler bırakır.
Şimdiki sistem ise tam tersini istiyor: düşünen değil, izleyen insan. Bu da yazarı hem yalnızlaştırıyor hem de onun üretim motivasyonunu törpülüyor.
BİR ZİHNİN İKİ PERDESİ: ÖYKÜ VE FİLM ARASINDA
Kitapta yer alan bazı öykülerinin kısa filmlere dönüştüğünü biliyoruz. Senin için bir hikâyeyi ‘yazılı bir evren’ olmaktan çıkarıp ‘görsel bir evren’e dönüştürmenin eşiği nedir?
Edebiyat ile sinema birbiriyle akraba görünse de aslında çok farklı dünyalar. Edebiyatta her şeyi kelimelerle, betimlemelerle anlatabilirsiniz; ama sinemada her şey görseldir. Önce görüntü gelir, sonra diyalog, en sonunda da müzik. Eğer bir duyguyu görüntüyle anlatamıyorsanız, diyaloğa başvurursunuz; o da yetmezse müzik devreye girer.
Benim için hikâyenin filme dönüşmesi, bu görselleştirme eşiğinde başlıyor. Hikâyeyi parçalayarak bir yapboz gibi yeniden kuruyorum. Her sahne yeni bir anlam kazanıyor, her kelime bir kadraja dönüşüyor. Böylece yazılı bir evren, kendi görsel dünyasına doğmuş oluyor.
Kitabınız çıkanı dört ayı geçti. Bu süreçte okuyuculardan hiç geri dönüş aldınız mı?
Evet, geri dönüşler oldu. Hiçbiri olumsuz değildi. Okurlarımın biri fazla felsefik olduğunu söyledi. Onun dışında gelen geri bildirimler, son derece rahat okunduğu yönündeydi. Buradan belirtmek isterim ki, herkes düşüncesinde rahat olsun, anlaşılmayan kısımlarda bana ulaşsınlar, bu benim sonraki hikayemin yazımında bana çok katkı sağlayacaktır. Yani okur görüşleri benim için son derece değerli.
‘Kısa film senaryosu’ ile ‘edebi kısa öykü’ arasında sence en önemli fark nedir? Hangisinde kendini daha özgür hissediyorsun?
Aslında bu sorunun cevabı önceki yanıtlarda da kendini belli ediyor ama net olarak söylemem gerekirse; görsel sanatlarla yazılı sanatlar birbirinden çok farklı iki dağ gibidir.
Görsel sanatların sınırları vardır. Kamera neyi gösteriyorsa izleyici onu görür, onun ötesine yalnızca tahminle ulaşabilir. Ama yazılı sanat öyle değildir; kelimeler hayal gücüne sınırsız bir alan açar.
Bir hikâyeyi okuyan kişi, karakterleri ve atmosferi kendi zihninde yeniden kurar. O yüzden yazılı bir metin, hiçbir zaman çekilmiş bir filme tam olarak benzemez. Film, yönetmenin ve oyuncuların yorumudur; ama yazılı metin yalnızca okurun zihninde canlanır. Bu yüzden de yazılı sanat bana her zaman daha özgür hissettirir.
Öykülerdeki karakterler, senin filmlerindeki karakterlerle aynı bilinç düzleminden mi doğuyor, yoksa farklı zihinsel alanların ürünleri mi?
Gerek öykülerimde gerek filmlerimde ya da senaryolarımda olsun, karakterlerimin bilinç düzeyleri aslında aynı çizgide ilerliyor. Hepsi bir şekilde varoluşsal bir sorgunun içindeler; olaylara da bu bilinçle tepki veriyorlar.
Çünkü sonuçta hepsi benim zihnimden doğuyor. Ben karakterlerimi bilinçli, farkında bireyler olarak kurgulamayı seviyorum. Onların ne yaptıklarının, ne hissettiklerinin bilincinde olmaları benim için çok önemli. Bu yüzden ister bir film sahnesinde olsun, ister bir hikâye paragrafında, karakterlerimin iç dünyaları aynı bilinç düzleminde buluşur.
YALNIZLIĞIN İÇİNDE BİR ZİHİN
“Zihnimin Prototipi”nde sık sık yabancılaşma, sessizlik, iç hesaplaşma ve kimlik temalarıyla karşılaşıyoruz. Bu temalar senin kişisel yolculuğunda nereye dayanıyor?
Yaşadığım hayat boyunca yalnız kalıp düşünmek için çok zamanım oldu. Bu zamanların büyük bir kısmı, kimlik arayışıyla, “neden” sorularına cevap aramakla, kendimle sürekli bir sorgu hâlinde geçmekle doluydu.
Hayatım hep sorgulamak, cevap bulmak ve bulduğum cevaplarla yetinmemek üzerine kurulu oldu. Sanırım beni ben yapan şey de buydu.
Bu yüzden eserlerime de bu sorgulama hali, bu iç hesaplaşma doğal olarak yansıyor.
Farkındalık düzeyi yüksek olan, özellikle de fiziksel olarak sabit bir yaşam süren insanların çoğunun da benzer şekilde zihinsel sorgularla meşgul olduğunu düşünüyorum.
Eserlerinde bedenin ve zihnin sınırlarını sorgulayan karakterler sıkça karşımıza çıkıyor. Kendi deneyiminin bu temalara etkisi nedir?
Bu soruya şöyle cevap verebilirim: Aslında ben deneyimlerimden değil, deneyimleyemediklerimden yola çıktım.
Yapamadığım, ulaşamadığım ya da fiziksel olarak deneyimleyemediğim şeyleri zihnimde kurguladım, karakterler aracılığıyla yaşadım.
Elbette hikâyelerimde kendi yaşadıklarımdan izler de var ama çoğunlukla zihnimde kurduğum, “deneyim çizdiğim” dünyalardan beslendim.
Belki de bu yüzden eserlerimdeki karakterler, bedenin ve zihnin sınırlarını sürekli sorguluyor; çünkü ben de o sınırları kendi içimde yeniden tanımlıyorum.
KAMERA ARKASINDA BİR HAYAL
Kısa film senaryolarınızı kısa hikâyelere dönüştürdünüz. Bu kitapta hangi hikâyelerinizi film olarak görmeyi istiyorsunuz?
Öncelikle şunu belirtmem gerekir ki, senaryolar da aslında birer hikâyedir. Yani senaryo ile hikâye arasındaki fark biçimsel; anlatım kuralları ve dinamikleridir. Senaryoda betimleme çok azdır, hatta çoğu zaman hiç yoktur. Diyaloglar ön plandadır, anlatım daha görseldir.
Bu yüzden “hikâyeyi senaryoya çevirmek” ya da tam tersi bir dönüşümden ziyade, aynı olayın iki farklı anlatım biçiminden bahsediyoruz.
Kitaptaki tüm hikâyeler benim için çok kıymetli — hepsi bir anlamda benim çocuklarım. Elbette hepsinin sinemaya uyarlanmasını isterim ama özellikle “Sıfırıncı Adam” ve “Göçmen Kurtlar” hikâyeleri içimde ayrı bir yere sahip.
Bu iki hikâyenin sinemada güçlü bir karşılık bulacağına, hatta festival ortamlarında ses getireceğine inanıyorum.
Ne var ki bu hayali gerçekleştirmek için maddi kaynaklar, yapımcı desteği veya sponsorluk gerekiyor. Şu anda bu imkânlara ulaşmak benim için kolay değil, ama bu hedefi zihnimde diri tutuyorum. Zaten bu kitabı çıkarma amaçlarımdan biri de bu zihnimi insanlara gösterip destek bulabilmek.
YAPAY ZEKÂNIN DERDİ YOK
Önsözde Münevver Usta, yapay zekâların sanatın yerini aldığı bir dönemde senin kitabını ‘ümit verici’ olarak tanımlıyor. Sen, yapay zekânın sanat üzerindeki etkisini nasıl değerlendiriyorsun?
Adı üstünde, ben yapay zekâyı “yapay” olarak tanımlıyorum. Geçenlerde Instagram’da biriyle bu konuda kısa bir tartışma yaşadım. Kendisi, yapay zekâyla yaptığı çalışmayı gururla paylaşırken, ben bunun sanat olamayacağını söyledim. Bana da sinemanın ilk çıktığında tiyatro tarafından dışlandığını hatırlattı. Evet, o dönem insanlar öyle düşünüyordu, ama bu bambaşka bir durum.
Sanatın özü başkaldırıdır. Bir sorunu göstermek, bir derdi dile getirmek, bir isyan biçimi sunmaktır.
Yapay zekânın ise bir derdi yok. İnsanların derdi var — homofobiye, şiddete, geçim sıkıntısına, varoluşa karşı… Bunlar insana özgü acılardır.
Yapay zekâ bunları hissedemez; sadece taklit eder.
Bu yüzden yapay zekâ ile yapılan işlerde hep bir eksiklik var. Yönetmenliği örnek vereyim: Yönetmen sadece sahneyi yöneten değil, aynı zamanda bir ruhu, bir bakışı da yönlendirendir. Kameranın ne zaman daralacağını, ne zaman nefes alacağını hisseder.
Ama yapay zekâ bunu yapamıyor. Onun ürettiği her şey birbirine benziyor
Bence gelecekte en büyük tehlike tekdüzelik olacak. Her şey birbirine o kadar benzeyecek ki, hayatımız renksizleşecek.
Ve bunu hızlandıran en büyük etkenlerden biri de — maalesef — yapay zekâ olacak.
“Zihnimin Prototipi” bir anlamda insan zihninin, duygunun ve sezginin hâlâ yenilmez olduğunu mu kanıtlamak istiyor?
Ben her ne kadar realist ve materyalist bir insan olsam da, insanın sadece kimyasal bir varlık olduğuna inanmıyorum.
İnsanı insan yapan şey, yaşadıkları karşısında verdiği tepkiler, birikimleri, duyguları ve sezgileridir. Bunlar, mekanik bir varlıkta bulunmaz.
Bu yüzden bu soruya evet diyorum. “Zihnimin Prototipi” ile aslında insanın yalnızca maddeden ibaret olmadığını; onun içinde açıklanamayan, ölçülemeyen, ama hissedilebilen bir tarafın da var olduğunu göstermek istedim.
Belki buna “ruh” demek doğru olmaz ama insanın tamamen mekanik bir düzene indirgenemeyeceğini anlatmak istedim.
OLMA İHTIMALİ ÇOK DA ZOR DEĞIL
Bir gün kendi metinlerinin yapay zekâ tarafından işlenip ‘yeni bir versiyonu’ çıkarılsa buna nasıl bakarsın?
Bu artık uzak bir ihtimal değil, gayet mümkün bir durum. Nitekim yapay zeka geliştirmelerinde yazarların, sanatçıların üretimlerini, haberciler haberlerini, köşe yazarlarının yazılarını izinsiz kullanıldığını artık bilmeyen yok. Dolayısıyla bu durumun olma ihtimali çok da zor değil.
Eğer bir gün kendi metinlerimin yapay zekâ tarafından işlenip “yeni bir versiyonu” çıkarılırsa, elbette yasal yollara başvururum. Çünkü onlar benim yıllarımı, emeğimi ve düşünsel birikimimi temsil ediyor; bir anda elimden gitmesini istemem.
Şunu da açıkça belirtmek isterim: Ben teknoloji düşmanı biri değilim.
Aksine, teknolojinin sunduğu imkânları elimden geldiğince kullanıyorum ve hayatımı birçok yönden kolaylaştırdığını da biliyorum.
Ama aynı zamanda, her şeyin bu kadar kolaylaşmasının insanlar için tehlikeli olduğunu düşünüyorum.
Zorluk, insanı geliştirir; fazla kolaylık ise üretme gücünü törpüler.
OKUMAK, ZİHNİN YANKISIDIR
Okurun bu kitabı sadece ‘okumasını’ değil ‘deneyimlemesini’ istediğini söylüyorsun. Okurdan beklediğin en temel duygu veya farkındalık nedir?
İnsan bir pinpon topu değildir; yere vurduğu anda sekmez. Olaylara da anında tepki vermez, birden değişmez. Bunun için zaman ve farkındalık gerekir.
Bu yüzden kitabımı okuyan birinin hemen bir bilinçlenme ya da aydınlanma yaşayacağını düşünmüyorum. Ama bu yolda yürüyen, kendini sorgulayan, iç dünyasına dönmeye hazır insanları etkileyebileceğine inanıyorum.
Benim için önemli olan, okurun kitapla kısa süreli bir temas kurması değil; okuduklarını zamanla zihninde, hatta hayatında yankılaması.
Eserin, engelli bir sanatçının kaleminden çıkmış olması okurda nasıl bir bilinç yaratmalı sence? ‘Engel’ kavramını sanat bağlamında nasıl konumlandırıyorsun?
En başta insanların, sanatın engel tanımadığını görmelerini istiyorum.
Bunu hem edebiyatta hem de sinemada kanıtlamaya çalışıyorum. Edebiyatta benden önce bunu başaran çok değerli yazarlar var ama sinemada bu anlamda hâlâ büyük bir boşluk olduğunu düşünüyorum. Ben o boşluğu doldurmak istiyorum.
Engellilerin de düşünebildiğini, üretebildiğini, kendi bakış açılarını sanat yoluyla ifade edebileceğini göstermek istiyorum.
Toplumda bize genellikle acınacak insanlar olarak bakılıyor; oysa biz de bireyiz, fikirlerimiz, hayal gücümüz, üretim gücümüz var.
Engelli bir yazar olarak en çok istediğim şey, insanların bana ya da benim gibilerine bakarken “acımak” yerine “anlamak” duygusuyla yaklaşmaları. Çünkü sanatın özü de tam olarak bu: anlamak, hissetmek ve sınırları aşmak.
“Zihnimin Prototipi”ni okuyan biri, senin zihnine mi girmiş olur yoksa kendi zihninin prototipini mi keşfeder?
Bu soruya kesin bir yanıt vermek zor, çünkü kitabı okuyacak kişinin nasıl bir zihin yapısına sahip olduğunu bilemem.
Ama evet, “Zihnimin Prototipi”ni okuyan biri bir şekilde benim zihnime girmiş olur; düşünme biçimimden, sorgulama tarzımdan etkilenir.
Yine de bunun tek yönlü bir etki olacağını sanmıyorum. Her okur, kendi yaşam deneyiminden, kendi sorgularından bir şeyler bulur metinlerde.
Sonuçta hepimiz hayatımızın bir noktasında sorgulama, yalnızlık ya da içe dönme anları yaşamışızdır. Bu yüzden kitabım, hem benim zihnimden bir yolculuk sunuyor hem de okurun kendi zihninde yankı bulacak alanlar açıyor.
Bir yazar ve yönetmen olarak en çok şaşırtan nedir?
Gerek edebiyat yarışmaları olsun gerekte senaryo veya film festivalleri olsun, bir standardının olmaması beni en çok şaşırtan durum. Bunu şöyle açıklayabilirim; mesela bir hikaye yarışmasında, hikayeyi yazıyorsunuz, sizden 12 punto değil 14 punto istiyorlar ya da Times New Roman formatında değilde Aria formatında istiyorlar. Oysa bunun bir standardı olması gerekiyor. İş 7. Sanata gelince daha da karmaşık hale geliyor. Sadece reklam ve dizilerde kullanılan Fransız formatı, film Senaryolarında da isteniyor. Oysa filmler sadece Amerikan formatı ile yazılması gerekiyor. Edebiyattaki gibi yazı karakterini değiştirerek halledilecek durumlar değil bunlar daha fazla emek gerektiriyor. Oysa kurallar belli ama herkes farklı bir şey istiyor. Yine senaryo yarışmalarında bütçeler isteniyor, fakat neredeyse her ay setlere zam gelirken, ortalama bir bütçe hazırlamak bile neredeyse imkansız. Tüm bunlara ek olarak bazıları görseller istiyor bazıları hareketli görseller istiyorlar. Bunların hepsi maliyet. Bu maliyetleri göze almakta adeta bir kumar. İşin kumar kısmı da ülkenin kutuplaşmasını da başlıyor. Yani siz illa bir tarafa mensup olmak zorundasınız, yoksa Kültür Bakanlığı’ndan ya da hükumete yakın yerlerden bir başarı beklemeniz imkansız hale geliyor. Öteki türlü de muhalif taraftan bir başarı şansınız olmuyor. Arada ve tarafsız olmak imkansız. Çok adaletsiz torpiller dönüyor hem edebiyatta hem de sinemada.
Kitaptaki öykülerden hangisini uzun metraj film olarak yeniden yazmayı düşünürsün?
Açıkçası, kitaptaki öykülerden hiçbirini baştan uzun metrajlı film olarak düşünmedim. Eğer bir gün böyle bir teklif ya da istek gelirse, elbette o yönde bir uyarlama yapmayı denerim.
Ama şunu söyleyebilirim: Uzun metrajlı film alanında zaten farklı senaryolarım ve konularım var. Onlar üzerinde daha iddialı ve hedefli çalışıyorum. “Zihnimin Prototipi” benim için daha çok kısa biçimde insanın iç dünyasına dokunan bir anlatı evreniydi.
Bundan sonraki kitap ya da film çalışmalarında zihninin hangi prototipini keşfetmek istiyorsun?
En son kitabımı yayımladım, dolayısıyla şimdi yeniden bir film çekme isteğim ağır basıyor. Kısa ya da uzun metraj fark etmez; farklı konulara, farklı bakış açılarına odaklanarak, olayları yeniden kurgulamak istiyorum.
Şu anda sinema tarafı bende biraz daha baskın. Kitap için de aklımda birçok fikir var ama henüz hiçbiri “beni yaz” noktasına gelmedi.
Bir sonraki kitap projem, bir öykü derlemesinden ziyade bir roman olacak gibi görünüyor; bunun için daha kapsamlı bir çalışma planlıyorum.
Ama en yakın hedefim, “Sıfırıncı Adam” ya da “Issız” adlı senaryolarımı çekebilmek. İkisi de psikolojik derinliği olan filmler. Sanırım şu anda zihnimin en çok keşfetmek istediği alan da bu — insanın psikolojik tarafı.
BAĞIMSIZ BİR KİTABIN HİKÂYESİ
Kitabınızı neden Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık üzerinden çıkardınız?
Günümüz piyasa koşullarında maalesef bir yayınevinden kitap çıkarmak oldukça zor. Astronomik olmasa da, gerçekten yüksek rakamlar talep ediyorlar.
Tanınmamış bir yazar ve işsiz biri olarak bu ücretleri karşılamak benim için imkânsıza yakındı.
O dönemde Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık sistemini fark ettim. Kitabımı basmak için herhangi bir ücret talep etmiyorlardı, sadece editoryal masraflar bana aitti. Bu bana çok daha mantıklı geldi ve kitabımı o yolla çıkardım.
Satışlardan vergiler düşüldükten sonra bana kalan payı alıyorum, bu da sistemin en adil tarafı. Ayrıca kitaplar stokta tutulmuyor, sipariş verildiği zaman basılıp gönderiliyor. Böylece hem gereksiz kâğıt israfı engelleniyor, hem de maliyetler düşüyor.
Ama tabii bir dezavantajı da var: Kitabım sadece Kitapyurdu üzerinden satılabiliyor.
Yine de tanınmamış bir yazar olarak, başka platformlarda çıksa bile çok daha geniş bir satış kitlesine ulaşamayacağımı biliyordum.
Bu yüzden verdiğim kararın mantıklı ve doğru bir adım olduğuna inanıyorum. En azından kendi imkânlarımla bir kitabı hayata geçirebilmiş oldum.
KISA FİLMLERDEN UZUN YOLCULUKLARA
7. Sanatta şu ana kadar yaptıklarını da bizimle paylaşır mısın?
Özellikle son üç yılda sinema alanında ciddi yol kat ettim.
“Evliya Çelebi’nin İzinden Trabzon” adlı kısa kurmaca belgeselin senaryosunu, “Güncel Eros”, “İz Düşüm” ve “Issız” adlı uzun metraj senaryoların yanı sıra; “Sence”, “Flu”, “Padzehir”, “Derin İzler”, Kuşlar”” ve “Sıfırıncı Adam” gibi farklı türlerde kısa film senaryolarını kaleme aldım.
“Sence”, “Flu” ve “Padzehir” kısa filmlerinin yapımcılığını üstlenirken; “Sence” filminin yönetmenliğini Cengiz Uzun ile birlikte, “Flu” filminin yönetmenliğini ise tek başıma yaptım.
“Sence” adlı kısa filmim, 2024 yılında Max Sir Uluslararası Film Festivali’nde, 2025 yılında ise 5. Aizanoi Film Festivali’nde seçkiye alındı.
“Flu” filmi ise 2025’te Kobani Uluslararası Film Festivali’nde çeyrek finalist olarak yer aldı.
Ayrıca, senaryosunu yazdığım ve yönetmenliğini Raci Gündoğan’ın yaptığı “Derin İzler” adlı kısa film, 2025 yılında Festival de Cine Crisol, Toronto Global Film Festival ve Lift-Off Global Network seçkilerinde yer buldu.
Bunun dışında, yönetmenliğini Münevver Usta’nın üstlendiği, Almanya ve Türkiye’de çekilen politik dram türündeki uzun metraj yapım Mor Siyah filminde yardımcı yönetmenlik yaptım. Film seçkiler almaya başladı.
“Mor Siyah”, uzun metraj film üretimi konusunda bana ciddi bir tecrübe kazandırdı.
Münevver Usta, Cengiz Uzun ve Raci Gündoğan’ın sinema yolculuğumda çok önemli katkıları oldu; bu vesileyle hepsine bir kez daha teşekkür ediyorum.
BİR ÇAĞRI: #SANATENGELTANIMAZ
Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Evet, var.
Sanatımı daha ileri taşımak istiyorum. Cevaplarımın çoğunda bu isteği sezebilirsiniz ama bu kez açık açık söylemek istiyorum:
Ben film yapmak ve engellilerin sanat alanında da büyük başarılara imza atabileceğini tüm dünyaya kanıtlamak istiyorum.
Benden daha hafif engel grubunda olan sanatçılar elbette var ve onların başarılarını takdirle izliyorum.
Ama ben kendi engel türümde bunu başararak bir ilki gerçekleştirmek istiyorum.
Artık yeterince olgunlaştığımı, hem teknik hem zihinsel olarak bu adımı atacak seviyeye geldiğimi biliyorum.
Bu nedenle özellikle sponsorluk ve destek anlamında bana ulaşmak isteyen herkese kapım açık.
İnanıyorum ki birlikte çalışarak hem kendimi hem de birlikte yola çıktığımız insanları çok daha ileri taşıyabiliriz.
Benim yanımda olun — birlikte üretelim, birlikte ilerleyelim.
Bu röportaj, edebiyat ile sinemanın sınırlarını zorlayan bir yazarın zihinsel dünyasına ışık tutuyor. Hüseyin İlker Duman’ın “Zihnimin Prototipi”, yalnızca bir kitap değil, aynı zamanda bir düşünsel ve duygusal yolculuk daveti. Keyifli söyleşi için teşekkürler İlker.
Ben teşekkür ederim, İrem…